Bilim ve Din / Evrim ve Tanrı
Blog

Bilim ve Din – Tanrı ve/veya Evrim | Uzak Perspektifler

Bilim ve Din.

Taban tabana zıt iki yaratılış hikayesi düşünün, ilk hikaye antik Çin’den, ikincisi yirminci yüzyıl Belçika’sından.

Uzun, uzun zaman önce, cennet ve yeryüzü hala birken, tüm evren yumurta şeklinde bir bulutun içindeydi. Evrene ait tüm madde, o yumurtanın içinde kaotik bir biçimde dönüyordu. Dönen bu maddenin derinlerinde, kaos içinde büyüyen bir dev olan Pan Gu vardı. Pan Gu, 18.000 yıl boyunca o yumurtanın içinde gelişti ve uyudu. Nihayet, bir gün uyandı, gerindi ve evrene ait maddeyi serbest bırakmak için yumurtayı kırdı. Daha hafif ve saf elementler, gökyüzü ve cenneti oluşturmak üzere yukarıda toplanırken, ağır ve saf olmayan maddeler, dünyayı oluşturmak üzere  aşağıda birikti. (Hamilton, 1988: 21)

Uzayın yarıçapı sıfırla başladı; genişlemenin ilk aşamaları, evrenin mevcut kütlesine neredeyse eşit olan ilk atomun kütlesinin belirlediği hızlı bir genişlemeden oluşuyordu. Genişleme üç aşamada gerçekleşti: Atom-evrenin atomik yıldızlara parçalandığı ilk hızlı genişleme periyodu, bir yavaşlama periyodu ve onu izleyen üçüncü bir ivmeli genişleme. Bugün hiç kuşkusuz üçüncü aşama içerisindeyiz ve yıldızların dış galaksi nebulasına ayrılmasının sorumlusu, uzayın, yavaş genişleme periyodu sonrasındaki ivmelenmesi olabilir. (Lemaitre, 1931:422)

Kozmik yumurta, Çin ve Hindistan’da mitoloji ve inançlarında oldukça benimsenen bir yaratılış hikayesiydi. Lemaitre ise, ilkel atom fikrini ve kozmik bir patlamayı ortaya koyan ilk fizikçiydi. Ancak “big bang” adıyla anılan bu yaratılış teorisi, Lemaitre’nin bir din adamı olmasından oldukça alaya alınmış ve bilim yapmasının önüne inancını katması konusunda eleştiriliyordu. Yine de bir şekilde bu patlama bilimin içinde gözlem ve matematiksel çıkarımlarla tasdiklendi ve bugün evrenin yaratılışı olarak sıkı sıkıya benimsenen “big bang” teorisi oldu. İlkel zamandan beri gelen ortak bir soru: “Evren nasıl oluştu?” Din bunu teolojik bir temele dayandırdı ve merkeze tanrıyı koydu; bilim ise deney ve matematiksel çıkarımlarla kendi cevaplarını aradı. Ortaçağ bitimine kadar kesinkes dinin cevapları hakimdi. Sonrasında ise, bilim kendi yöntemiyle yükselerek sahnede yerini almıştı. Peter Atkins şöyle söylüyordu:

“Bilim ve din, uzlaştırılamaz ve insanlık uzlaşmaya yönelik tüm çabaları def etmek için bilimin gücünü takdir etmeye başlamalıdır. Din başarısız olmuştur ve başarısızlıkları açığa vurulmalıdır. Halihazırda başarılı bir biçimde evrensel yeterliliğin peşinde olan bilim kral olarak ilan edilmelidir.” Ve yine Atkins, bilimin insanlığın potansiyeline dinin yapabileceğinden çok daha fazla saygı gösteriyor, diyordu.

Bilim ve Din | Çatışma, Ayrışma, Uzlaşma

Yazar, çatışma, ayrışma ve uzlaşma, peşin hüküm, çabuk tahmin veya ikinci dereceden delillere dayanarak din ve bilim arasındaki ilişkiyle hemen sonuca varmamamız gerektiğini kendimize hatırlatmamızı söylüyor. “Delilleri tek bir şüpheliye odaklanarak toplamayın, şaşırtıcı ihtimallere açık olun.” Çatışma, tanrı figürüyle bilimsel tutumun birbirleri tarafından karşısındaki yöntem içeriğinin tamamen yanlışlanması, kötülenmesi. Ayrışma ise birbirlerinin tamamen ayrı kulvarlarda olduğu. Uzlaşma, örneğin James Clerk Maxwell’in çalışmalarını ibadet olarak görmesi gibi, motivasyonu ve ilham için inanca başvurulması. 

Günümüzde ortada biraz çatışma, biraz ayrışma ve bir miktar da uzlaşma var. Belki de bilim ve din arasındaki ilişki tam anlamıyla karmakarışık. Öte yandan Richard Dawkins daha da abartılı bir şekilde dinin bir çeşit bilim olduğunu söylüyor: “Dinin bilimsel çıkarımlarından kaçamazsınız. Bir tanrının olduğu evren, bir tanrının olmadığı evrenden oldukça farklı görünür. Tanrı’nın olduğu yerde, fizik ve biyolojinin farklı görüneceği kesin. Yani, dinin en temel iddiaları bilimi ilgilendiriyor. Din, bilimsel bir kuramdır.” (Dawkins, 1994)

Evrenin Dokusu

Din, modern bilimin başlamasının öncüsü niteliğindeydi. Üç büyük isim, Bacon, Boyle ve Newton. Bacon bilimsel yöntemi ortaya atmıştı, Boyle kimya alanının kurucusuydu ve Newton en büyük bilim insanlarından ve ilk fizikçilerden biriydi. Üç bilim insanının ortak özelliği şuydu, bilimin önemini vurguluyorlar ve tanrının varlığına inanıyorlardı. İki kutsal kitap vardı. Biri Hıristiyanlığın eseri “kutsal kitap” diğeri ise “doğa kitabı”ydı. Tanrı’yı ve yarattıklarını anlamak için doğa kitabına bakılmalıydı. Tanrı insanları, akılsal bir varlık olarak yarattıysa bunun bir anlamı olmalıydı. İnsanlar, doğayı deneyimlemeli ve kainatı çözümlemeye çabalamalıydı. Böylelikle insan Tanrı’ya saygısını gösterecek kendi aklına da değerini vermiş olacaktı. Deneyler yoluyla filozoflar “Tanrı’nın her şeyi bilen eliyle yazdığı stenografisini okuyabilir”di (Boyle).

Galileo Vakası | Bilim ve Din

Ünlü astronom Galileo’nun (1564-1642) akıbeti hakkında sürekli anlatılan bilindik bir hikaye vardır. Mütevazi ve iyi huylu Galileo, kendi yaptığı teleskopuyla parlak, yıldızlı gecelerde gökyüzüne bakıyordu ve diğer tüm gezegenler gibi dünyanın da güneşin etrafında döndüğünü gördü. Böylece yeni güneş merkezli (günmerkezli) bilimsel görüş tesis edilmiş, İncil ve kilisenin eski, dünya-merkezli (yermerkezli) görüşü çürütülmüştür. Aristoteles’in de savunduğu, Batlamyuscu görüş olarak bilinen dünya-merkezli görüş; güneşin, yıldızların ve gezegenlerin etrafında döndüğü sabit bir dünyayı savunur. Batlamyusçu görüşe ilk karşı çıkan, güneşin galaksimizin merkezi olduğunu ve dünya ile diğer gezegenlerin onun etrafında döndüğünü iddia eden astronom Kopernik olmuştur. Galileo, Batlamyus ve İncil’in yanıldığını kesin olarak göstermesiyle, Kopernikçi görüşün doğruluğunu ilk ve son kez kanıtlamış oldu, dolayısıyla dünya evrenin merkezinden atılırken, İncil de bilimin dışına itildi.

Kendi varlığının tehlikeye girmesinden korkan kilise, inanışa ters düşen görüşlerden vazgeçirmek için Roma Engizisyonu’nu kullanarak karşı saldırıya geçti. Galileo fikrinden vazgeçeceğine söz vermesine rağmen güneş merkezli evreni savunan cüretkar bir yazı yazdı ve bunun sonucunda hızlı ve adil olmayan bir yargılamayla, artık yaşlı ve zayıf olan Galileo, Papa tarafından hayatının geri kalanını geçirmek üzere nemli ve soğuk bir hapishaneye sürgün edildi. Hikayenin bu anlatımına göre Galileo, bilim ve din arasındaki savaşın ilk şehidiydi.

Galileo’nun yaklaşık dört yüz yıl önce yazdığı Büyük Düşes Kristina’ya Mektup’u, bilim ve din arasındaki ilişkiyi anlama açısından son derece önemlidir. Mektup’ta dört önemli konu ele alınıyor: Doğalcı duruş, uyumsama ilkesi, İki kitap doktrini ve yorumsal tevazu.

Doğalcı duruş: fiziksel dünyayı incelerken dini kaygıları konunun dışında tutmalıyız.

Uyumsama ilkesi: İncil, doğal evrenden bahsederken sıradan insanların görüşlerine ve fikirlerine uyum sağlar.

İki kitap doktrini: Tanrı gerçekleri hem kutsal kitap’ta hem de doğada açığa çıkartmıştır. İnanç meselelerinde, yetki kutsal kitaptadır. Doğal dünya ile ilgili meselelerde ise Doğa Kitabı’nın yetki alanındadır.

Yorumsal tevazu: Bilhassa kutsal metinlerin asıl mesajı dışında olan meselelerle uğraşırken, kendi incil yorumumuzun kusursuz olduğunu düşünmemeliyiz.

Galileo’nun mektubu, o zamanın teolojisinin ve biliminin ayrışması gerektiğinin ilk sirenlerini çalıyor gibidir. Galileo’nun İki Kutsal Kitap’ın ayrı kulvarda değerlendirilmesi gerektiğinin çizgilerini çiziyor. “Fizikle ilgili problemleri tartışırken kutsal metinlerin otoritesinden değil, duyusal-deneyimler ve gerekli kanıtlardan işe başlamalıyız.”(Drake)

Darwin, Tanrı ve Yaratılış

Charles Darwin 1859’da Doğal Seçilim Yoluyla Türlerin Kökeni adlı eserini yayımladığında, dini inancın da kalbine bir kazık saplamış oldu. Darwin, İncil’in yaratılış açıklamasının (genesis) efsanevi boyutlarda bir peri masalı olduğunu ispatlıyordu. İncil’deki açıklama, göklerin ve yerin ve bunlar içindeki her şeyin altı günde yaratıldığı mucizevi bir hikaye anlatır. Tanrı dünyayı bir günde var etti, sonraki birkaç gün boyunca da onu şekillendirdi ve üzerine canlılar yerleştirdi. Son olarak da yer yüzündeki toprağa üfleyerek ilk insan olan Adem’i yarattı ve Adem’den bir kaburga kemiği alarak ondan ilk kadın olan Havva’yı meydana getirdi. Adem’in düşüşünden önce hiç acı ya da ölüm yoktu. Son olaraksa, İncil, dünyanın günlerinin sayılabileceği bir araç görevi görür: İrlandalı Piskopos James Usher orada kayıtlı olayların tarihsel sıralamasını geriye doğru takip ederek, dünyanın doğum gününü MÖ. 23 Ekim  4004 olarak hesaplamıştır.

Darwin ise dünyadaki her şeyin çok uzun süre sonunda ve gayet doğal süreçler sonucu oluştuğunu iddia ediyordu. Kökbacaklılar, develer, köpekbalıkları ve ağaçlar doğaüstü bir müdahale sonucu değil, doğal seçilim sonucu meydana geldiler. Acı, ölüm ve yıkım dünyaya Adem’in düşüşünden sonra gelmedi. Üçü de her zaman var olma mücadelesinin ve türlerin meydana gelişinin bir bölümü ve parçasıydı. Bu hikaye Darwin’in çağın tanrı inancını nasıl yıktığını anlatır.

Yine bu hikaye, etkileyici olmasına ve geniş bir kitle tarafından bu hikayeye inanılmasına rağmen doğru değil. Jeolojik ve biyolojik işlemler Tanrı’yla ve Tanrı’nın evreni nasıl ve ne zaman yarattığıyla ilgili bazı fikirleri gölgede bıraksa da, doğaüstü bir Tanrı’ya olan inancı tam anlamıyla çürütemez. Ki Darwin de çalışmalarına başlarken kendini Tanrı inancı karşısında görmüyordu. Bir arkadaşına şöyle yazmıştı: “Bir kişinin hem ateşli bir teist hem de evrimci olabileceğine şüpheyle yaklaşılması bana absürd geliyor.” (Darwin, Personal Communication,1879)

Kanıt ve Evrim

İki Kutsal Kitap’tan birine, Kutsal Kitap İncil’e baktığımızda yaratılış hikayesi (genesis) belliydi. Peki, Tanrı’nın diğer kitabı olan Doğa Kitabı, türler ve kökenleri hakkında ne söylüyordu? 1859’da Darwin, evrim teorisini ortaya atmıştı.  O’nun köken anlayışı, günümüzde bile bilim ve din arasındaki en çetin tartışmalardan biri olarak kalacaktı. Mikro evrim denilen tür içi değişiklikler, pekala kabul edilebilirdi. Ancak makro evrim? Tek hücreli bir organizmadan, tüm türleri türetmek? Atamız maymun muydu? Tanrının kulu, akıl sahibi, diğer canlılardan kayırılmış olan bilinçli yaratık, bir amipten veyahut bakteriden mi türemişti? Darwin’in evrim teorisinin iki temel boyutu vardır. İlki ortak köken olarak bilinen ortak ata; ikincisi ise doğal seçilimdir. Biyolojik gelişim sonucu ortaya çıkan “soyağacı”na Yaşam Ağacı denir: Dünya tarihi boyunca yaşamış tüm organizmaları içine alan bir soyağacı. Yaşam ağacının ana fikri tüm organizmaların, kökenleri bakımından akraba olduğudur. Biz -tüm canlı yaratıklar- bir aileyiz. Darwin’in de dediği gibi: “Tümüyle doğru olan tek sınıflandırma soybilimsel olandır.”

Peki nasıl meydana geldik? Evrim teorisinin ikinci temel boyutu doğal seçilimdir. Darwin, çeşitli organizma popülasyonlarında daha yüksek uygunluk gösteren canlıların hayatta kalmak ve üremek için seçilmesinde rol oynayan doğal seçilim üzerine yoğunlaşmıştır. Adaptasyon, bir popülasyonun zaman içerisinde belirli bir çevrede ya da birtakım şartlar altında başarısını arttıracak şekilde değişiklikler göstermesidir. Darwin’in teorisinin temel yapısı, üç tespit ve bu tespitlerin ortaya çıkardığı bir sonuçtan oluşur:

Çeşitlilik: Bir türün bireyleri farklı özellikler gösterebilir.

Kalıtım: Bireylerdeki özellikler yavrulara aktarılabilir.

Rekabet: Bir türün bireyleri, hayatta kalma ve üremek için rekabet ederler.

Darwin’in evrim teorisi, Charles Lyell’in dünyanın yaşını 6000 yıldan epey daha fazla olarak ortaya atması, Darwin’in de düşüncelerinin önünü açmıştı. Fosillerin ortaya çıkışı mikro evrimi destekliyordu. Ancak geçiş formları için o zamanlarda yeterli kanıtların olmaması evrim karşıtları için zafer gibiydi. Yine de Darwin’in teorisinin becerisi, geniş çeşitlilikteki veriyi tüm rakip izahlardan daha iyi açıklıyordu. Evrim olayı, tümevarımların birlikteliğini ortaya koyuyordu. Tümevarımların birlikteliği, belli bir iddiayı ortaklaşa destekleyen bir durum yaratmak için farklı türden kanıtların birbirine bağlanmasını gerektirirdi. Bilimin ve teknolojinin gelişmesiyle evrim kuramını destekleyecek verilerde gittikçe artıyordu. Bu kanıtların içerisinde, fosil kalıntıları, biyocoğrafya, karşılaştırmalı anatomi, embriyoloji ve genetik bulunuyordu.

Bilim ve Din | Tesadüf ve Yaratılış

Biyokimyager Michael Behe, Darwin’in Kara Kutusu isimli kitabında, bilimsel kanıt olduğuna inandığı “indirgenemez karmaşıklık” iddiasını akıllı tasarıma destek olarak sundu. İndirgenemez karmaşıklık, bazı biyolojik sistemlerin daha basit atalardan yavaş yavaş evrimleşerek gelmiş olamayacak kadar karmaşık olduğunu savunur. Behe evrim fikrini ana hatlarıyla kabul etse de, indirgenemeyecek derecede karmaşık sistemlerin evrimsel süreçler sonucu ortaya çıkamayacak kadar karmaşık olduklarını iddia eder. Bu noktada akıllı bir tasarımcı olaya müdahil olmuş ve karmaşık süreçleri veya parçaları yoktan var etmiştir.

Darwin “aşırı karmaşık organları” doğal seçilim ile açıklamadaki zorlukların kendisi de farkındaydı. Özellikle insan gözünü rahatsız edici buluyordu. Doğal seçilim gibi adım adım ilerleyen bir süreç göz gibi karmaşık bir şey üretebilir miydi? Darwin bir başka karmaşık organ hakkında daha yazacaktı: “Ne zaman bir tavus kuşunun kuyruk tüylerine dikkatlice baksam sinirlerim bozuluyor!” Cansızlıktan canlılığın kendiliğinden oluşması evrim teorisyenleri için gerçek bir problemdir. Doğaüstü bir açıklama haricinde, “yaşam nasıl başladı” sorusu cevapsız kalmaya devam eder. Evrim teorisine karşı, akıllı tasarım fikri, bazı dindar inananlar tarafından baştan reddedilmektedir, çünkü boşluklar tanrısı gibi bir argümana benzemektedir. En iyi şartlar altında dahi, boşlukları tanrıya yormak cehaletin itirafından başka bir şey değildir. Ayrıca tanrıya başvurmak da cehaleti, bilgiye dönüştürmez. Oxford’un ilk teorik kimya profesörü Charles Coulson’un da dediği gibi: “Bilimsel olarak anlaşılamayan bir durumla karşılaştığımızda, doğru olan hareket ilkemiz, Tanrı’yı bulduk diye sevinmek değil; daha iyi bilim insanları olmaktır.”

Evrim gerçeği dikkate alındığında bir insan yaratıcı bir Tanrı’ya nasıl inanabilir? Genç dünya yaratılışçıları ve Akıllı tasarım teorisyenleri yapamayacağımızı söylüyor. Bu durumda bir seçim yapmak zorunda kalıyoruz: Cevabını henüz bulamadığımız şeyler karşısında inanç mı, yoksa bilim mi? Bir tanrı varsa, bu dünyayı bir amaç için yaratmış olması mümkün. Evrim tabiatı gereği kör ve acımasız bir rastlantıdan ibaret değil.

Tanrı’nın Evrimi mi?

Nöroteoloji adı verilen, beyindeki Tanrı araştırmaları, dini deneyimler, meditasyon, ayin gibi dini inançların noröpsikolojik temellerini anlamayı hedefler. Dini deneyimler, zihin  yoluyla meydana geliyor olmalı düşüncesi, beynin görme ve işitme gibi modülleri varsa, Tanrı modülü veyahut geni de olmalı gibi bir arayışa itiyordu. Sonuç çok da olumlu değil. Elektrotlarla, tanrı geni aktive edilip, manevi hisler uyandırılmıyor. Diğer doğal açıklama girişimi de filozof Daniel Dennett ve Biyolog Richard Dawkins’ten geliyor. Dennett’e göre: Tanrı, hayalgücümüzün evrimsel olarak ortaya çıkmış bir yan ürünü. Dennett’e göre Tanrı, genlerimizin bize yutturduğu ortak bir yanılsama veya yanılgı (Dennett, 2007) Dawkins ise şöyle söylüyor: “Dinin mantıksızlığı, beyinde bulunan belirli bir mantıksızlık mekanizmasının yan ürünüdür” (Dawkins, 2006). Hem Dennet hem de Dawkins, bilişsel yapımızda, insan zihninde bulunan bir şeyin bizi Tanrı inancına duyarlı hale getirdiğini savunuyor.

Günümüzde eski moda deneycilik (sadece beş duyu) rafa kalkıyor ve bilişsel bilim alanında yaşanan gelişmeler daha çok ön plana çıkıyor. Bilişsel bilim: psikoloji, sinir bilim, bilgisayar bilimi, dilbilim ve felsefeyi zihnin/beynin işleyişi araştırmaları çatısı altında birleştiren nispeten yeni bir bilim dalı. Ve klasik deneyciliğin savunduğu beş duyudan daha fazlasının olduğunu söylüyor. Beyin boş bir levha değil, evrimsel kodlanmış yetilerde işin içine girince işin daha da karmaşık olduğunu  öne sürüyor. Evrim sürecinde bilişsel yetiler de kazanırız. Bunlar: Hafıza yetisi, farkındalık sahibi ve başka zihinlerin olduğunun farkında olan zihin, geçmiş inancı, doğanın değişmezliği gibi idraklarımız…

Bunlar sürekli mantığı devreye sokup, uzun süre düşünmemizi ve o zaman aralığında vahşi yaşamda yem olmamızı engelleyip, bizi koruyor. Tanrı yetisi de aşırı hassas faliyet sezici aygıt ve zihin yetilerimizin yan ürünü olarak evriliyor. Bu tanrıyı önemsizleştiriyor mu veya tanrının yokluğunu kanıtlıyor mu, muamma. Ama kimi bilim insanlarına göre tanrıyla ilgilenmek zaten bilime ters. Dini inancın rasyonelliğine ket vuruyor gibi gözükmüyor ki bunu da araştırmıyor. Ki şayet, tanrı onu bilmemiz için evrimsel süreçte bize bu yetileri vermiş olabilir, kim bilir?

Evrim ve Ahlak

Tanrı’nın yarattığı bir dünya fikrini ortadan kaldırmak isteyenlerin önlerinde duran son engel ahlaklılıktı. İlginç ve tuhaf bir hayvan olan insan da dahil, doğal dünyayı doğal ve evrimsel süreçlerle açıklamanın kolay olduğu söylenir. Fakat iyi ve kötü, kasıt ve amaç gibi doğal olmayan özellikleri doğal yollarla açıklamak kolay değildir. İyi ve kötü sıfatları fiziksel dünyanın sınırlarını aşar ve doğaüstü bir ahlaklılık sebebine işaret eder. Yani ahlaklılığa doğal bir dayanak aranmaktadır. Ahlaklılığa doğal bir dayanak bulursanız, Tanrı’yı dünyadan tümüyle kovabilirsiniz. Kısacası; evrim ahlak bilmecesi de dahil, tüm bilinmeyenleri çözebilir miydi? Evrimsel ahlak eleştirmenleri, güçlü olan hayatta kalır mottosundan yola çıkarak ahlakı, bencillik ahlakını beraberinde getiren sosyal darwinizmi öne atar. Diğer yandan daha romantik eleştirmenler sevimli ve toplum yanlısı hayvan özellik ve davranışlarının insanda daha da bir pekiştirildiğini söyler. Romantik görüş insan evriminin bireyselliğe ve rekabete değil, yardımlaşma ve fedakarlığa dayandığını savunur. Şayet romantikçilerin söylediği gibiyse bu yardımlaşma diğerkamlık adı altında mı yapılır yoksa yine insanın bencilliğinde mi temellenir? Dawkins hepimizin bencil bir gen deposu olduğumuzu söyler. Sonra ise yaratıcılarımıza bile karşı çıkacak güce sahip olduğumuzu, bencil çoğaltıcıların tiranlığına karşı savunabileceğimizi ortaya atar. Kim bilir belki de ahlaklı olmak, insanın evrimleşme sürecinde bir gen kodu hatasıdır. Ve biz bunu öylesine benimsemişizdir ki, anormal bir hastalık olduğunu bile fark etmiyoruzdur. Şayet böyleyse bile, ahlak dediğimiz şeyin insan duygulanımlarıyla ayrıştırılamayacağı kesindir. Evrim sürecinde bir bencillik bile olsa, bu istencimizden kaynaklıdır. Ve insan, istemesiyle bilim ve teknoloji tarihi yazmışsa;  bir dünya uygarlığı inşa ettiyse, bunu tek başına değil, birlik halinde yapmıştır. Ahlakı insandan almak, sadece tanrıyı değil, tüm medeniyetimizi yıkmak olacaktır.

“Müzik ve matematik gibi, insan ahlakı da en azından büyük miktarda akılcılık gerektirir; aynı zamanda hür iradeyi ve hatta belki de Tanrı’yı…”

Tanrı ve İyi Yaşam

Richard Dawkins, bilimin keşfettiği dünyada “bir tasarımın, bir amacın iyi ya da kötü” diye bir şeyin bulunmadığını, ortada sadece bilinçsiz ve acımasız bir kayıtsızlık olduğunu öne sürüyor. Kör fizik kurallarının ve genetik çoğalmanın hakim olduğu bir dünyada bazı insanlar acı çekecek bazıları ise şanslı olacaktır ve bunda ne bir uyum ne bir mantık ne de adalet görebilirsiniz. Gözlemlediğimiz evren aslında tam da ortada bir tasarımın, bir amacın, iyi ya da kötü diye bir şeyin bulunmadığını; sadece bilinçsiz ve acımasız bir kayıtsızlığın olduğu bir durumda sahip olmasını beklediğimiz özelliklere sahiptir.

Kısacası doğayı referans alıp, denklemden Tanrı’yı çıkardığımızda, ahlaklılığa ulaşmak zor gibi gözüküyor. Evrensel nesnel bir iyiliğe ve kötülüğe yer açmak için Platon insan bilincini aşan bir iyilik şekline; peygamber ve rahipler ise tanrıya ihtiyaç duyuyor. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler eserinde, Smerdyakov “Tanrı yoksa her şey serbesttir” diyor. Bir kere nesnel etik değerler yok oldu mu, ahlaki motivasyonumuzu kaybederiz. Ceza tehditi ve ödül ile desteklendiğinde ise mantıklı olarak ahlaki tutum kaçınılmazdır. Ancak, Tanrı gerçekten de bizi iyi yapar mı? Kurgusal bir ahlaki sistem içerisinde, kurguyu alaşağı ettiğinizde geriye kalan ahlaklılık ile büyük bir kaosun önüne nasıl geçilebilir? Bize sadece kurallardan, ödevlerden sıyrılmış bir insan kaldığında sosyal güdü olarak ahlakı bencilliğe değil, tüm insanlığın çıkarına kullanabilir miyiz? Tanrı inancı ahlaki açıdan avantajlıdır. Belki de Pascalvari bir şekilde kendimizi sağlama almak için, ahlakı korumak için varmış gibi yapmalıyız…

Ruhu Ararken – Bilim ve Din

Ruh veya zihin ve beden düalizmi hem din, hem felsefe hem de bilimin içinde hala yer edinmektedir. 17. Yüzyıl’da Descartes tarafından ortaya atılan zihin-beden ikiliği, insanı kendi içinde ikiye ayırmıştı. Beden mekanik bir saat gibi işleyen bir mekanizmayken, zihin varolduğumuzun kesinkes kanıtıydı ancak aralarında hiçbir bağ yoktu. Kartezyen felsefeye en çok eleştirilerde buradan gelecekti. Bilimin kapılarını aralayan çağ, bir geriye gittiğinde karşımıza hıristiyanlık ve diğer tek tanrılı dinlerin hüküm sürdüğü bir devire kapılarını açıyordu. Yine benzer bir düalizm anlayışıyla ancak Descartes’in cevabını vermediği, veremediği etkileşim sorununa Hıristiyanlık Tanrı’yı koyuyordu. Çoğu Hıristiyan, bir insan öldükten sonra fani bedeni toprakta çürürken onun yeni bir bedenle buluşup tekrar dirilene kadar bir süre bedenden ayrı bir vaziyette yaşadığına inanıyordu.  Zaman ilerledikçe bilimin ve özellikle materyalizmin öne çıkmasıyla beden bir mekanizma olarak kaldı, zihin veya ruh ise beynin içine hapsedildi ve insan sadece maddi olan bedene indirgendi. Sinirbilimciler ise “bir sürü sinir hücresinden başka bir şey değiliz” diyordu. Diğer yandan Hıristiyan materyalizmi denilen bir ekol vardı. Ve onlarda insanı maddeye, toprağa indirgiyordu, ikilik inancının ise Yunan camiasından geçtiğini savunuyordu. Herkes bir şeyler söylüyordu. Düalistler, monistler, köktendinciler, zihin felsefecileri, medyumlar, modern kahinler, dinler, mistikler ve özellikle bilim. Yine de herhangi birini tam anlamıyla doğrulayamıyorduk. Zihin veya bilinç konusunda bir şeyler söylenebilse dahi zihnin “nasıl” ortaya çıktığını söylemek ayrı bir çıkmaz sokaktı. Zihnin ne olduğunu ve nasıl oluştuğunu tam anlamıyla açıklayamayınca insanın özgür iradesi olup, olmadığı tıpkı ahlak kavramı gibi fazlasıyla açıkta kalıyordu.

Bu Mükemmel Sistem

Bilimin, Newton, Galileo, Kopernik gibi isimlerin çağında şekillenmeye başladığı aşikardır. Ve bu bilim insanları tanrı tanımaz değillerdi. Branşların iç içe olmasının da getirdiği üzere, Newton için fizikte iyi olmak, teolojide iyi olmak demekti. Yine de Newton’un gözden geçirilmiş yerçekimi kanunları vardı, dolayısıyla gezegenler mutlu mesut yaşıyorlardı, Tanrı’ya ihtiyaç git gide kalmıyordu. Bilim ve dinin de birbirini çekiştirmesi böylelikle -doğacılık ve teizm arasında- başlamış oldu.  Bilimsel gelişmeler, doğacılığı destekliyordu. Din ise kendi kutsallarında bu çıkarımı doğrulamaya veya birilerinin ölümüne sebep olsa da yanlışlamaya gayret ediyordu. Bir kanıt ararken ister doğada ister kutsal kitapta önyargınız neyse ona göre referans alıp, beklenti ilkesiyle kanınıza varıyordunuz. Bir teistseniz, bilimin sunduğu kanılarda “ince ayar yaklaşımı”yla “bu kadar mükemmel ve hassas bir şekilde uyarlanan bir sistem içinde bir yaratıcının olmaması mümkün mü?” diyordunuz. Rasgeleliğin de bir adabı vardı.

Diğer yandan ateist bir bilim insanıysanız, çoklu evrenler gibi teoriler ortaya atıyor. Ve Tanrı’ya yer bırakmamak adına bir sürü evren vardır, bizim evrenimiz sadece biri, bunca olasılığın içinde şans eseri yaşama denk geldik ve işte buradayız diyebiliyordunuz. Fark neredeydi? Bir yanda din,  bir yanda bilim. Görünen o ki ikisi de metafiziksel bir çıkarım yapıyordu. Mantığının yetmediği, aklının, bilgisinin yetmediği yerde ilkel insanda olduğu gibi, uydurmaya veyahut hikaye anlatmaya başlıyordu. Durum böyleyken mesele gerçekten din ve bilim savaşı mıydı? Şöyle sormak daha doğru olur sanıyorum. Mesele gerçekten Tanrı ya da doğanın savaşı mıydı? Yoksa tarih boyunca iki kaynağın yorumlamalarından, yani tamamen geçmiş kişilerden kaynaklı kinin, nefretin, çekişmenin bir getirisi şeklinde tarih sürekli bilim ve din adı altında tefekkür mü ediyordu? Ne olursa olsun insan aklı ilerliyordu. Ve özellikle insanın hem mantık çerçevesi hem de görünen o ki çoklu evren gibi teorilerle hayal gücü muazzam bir yaratı hikayesi ortaya koyuyordu.

Yahudilik/İslam ve Evrim

Yahudi ve İslam tarihinde tıpkı Hıristiyanlık’ta olduğu gibi evrime fazlasıyla karşı çıkış vardı. İnsan, topraktan yaratılmış ve Tanrı’nın suretinde akıl bahşedilmiş kutsal bir yaratıktı. Ağaçlar, hayvanlar onun içindi. Bilim, Tanrı’ya savaş açıyordu. İnsanlık maymundan gelmiş olamazdı. Bu tanrıyı inkar etmekti. En azından bazı köktendinciler böyle söylüyordu. Yine de Hıristiyanlık’ta olduğu gibi kutsal kitabı ve doğa kitabı şeklinde birleştirici bir tutum gösteren dinbilimciler de vardı. Musa İbn Meymun ve özellikle hayvanların hahamı olarak ün salmış Natan Slifke,  modern bilim ile tevratı birleştirmeye çalışan isimlerdi. Tevratın otoritesini kabul ediyorlar ancak Talmud’u yani yorumları kabul etmiyorlardı. İnsan şaşar, beşerdi. Yorumlar yanlış olabilirdi. Zira doğayı yaratan Tanrı’nın kitabını okurken, bilimin söylediğiyle örtüşmüyorsa biz yanlış yorumlamışızdır, diyorlardı. İlahi yaratılış, yaratılışın nasıl gerçekleştiğiyle ilgili değil, yaratılış gerçeğinin var olduğunu vurgulardı. Ki Tanrı yaratmak isterse evrim ile de yaratabilir, diyenler vardı. Aynı durum, İslam’da evrimi savunan en azından karşı çıkmayan isimler içinde geçerliydi. Bu insanların şüphesiz amaçları savaşı bitirmekti. Din, yaşam ve iman kılavuzuydu. Bilim ise, Tanrı’nın yarattığını anlama etkinliğiydi. Tanrı’nın varlığı reddedilmediği sürece akılsal ve deneysel bir sorgulamaya (özellikle İslam’da) din açık olmalıydı. Zira bilim de Tanrı’yla ilgili bir şey söylememeliydi.

Bilim ve Din | Sonuç:

Bizler tanrı değiliz ifadesi bize mahlukatlığımızı hatırlatır. Mütevazi ve yerini bilen bir şekilde, Tanrı’nın görüş açısından yoksun olan bizler, kendimizi her şeyi bilen ve her şeye kadir Tanrısal varlıklar olarak görüp böbürlenemeyiz. Şimdi maymun olmadığımız kesin ama tanrı da değiliz. Sınırlı bilgiye ve güce sahip olan, uzay ve zamanda yer alan ve sosyal şartlardan etkilenen varlıklarız. Kısacası, sınırlı ve bağımlıyız ve uzay ve zamandaki ufacık köşemizden sınırsız ve bağımsız olanı arıyoruz. Yaratılış öğretisi ve tarih, ister bilimin, ister dinin ortaya koyduğu olsun, insanın ufacık bir toz zerresi kadar halimizle çağlar boyunca gelen kibri ve karanlığı üstümüzden atmamızın salığını veriyor gibi gözüküyor.

Hem bilim üzerinde söz sahibi olduğunu düşünen köktenci papaz, hem de Tanrı hakkında söz sahibi olduğunu düşünen ateist bilim insanı eşit derece sınırlarını aşabilir. Kişinin uzmanlık alanının dışındaki bir konuya dair kendinden emin beyanlar, ister dini ister seküler motivasyona sahip olsun, büyük bir kibire yol açar. Şayet, Tanrı’nın suretleri ve yarattıklarıysak, eşit bir konumda söz sahibi olmalıyız, Tanrı’yı bu denli bağnazca savunmak, kendini Tanrı’nın vekili atamaktan başka bir şey olmadığı gibi, evrim sürecinde tek hücreli bir amipten gelen insanın da tek doğruyu ve akılsal işlevi kendi bünyesinde barındırıyormuşçasına savunması aynı denli bağnazca ve dogmatik bir tutum olsa gerek…

Bilim ve din çatışması, değerler adı altında bir üstünlük istencinden kaynaklanıyor gibi durur. Bilim veya din insanları bazen yerini bilmez, bazen ise insanın tek tipleşmeye gittiği bir çağ da, insanın dünyaya bakma açısını da tek tipleştirmeye çalışır. Hangi branştan olursa olsun, şüphesiz insanlığa katkı sağlayan reformcular veyahut insanı ve evreni anlamaya çalışmamızdaki yolculukta bir yenilik ortaya atanlar, çağında felsefi düşünüş şeklini ilke edinmiş kimselerdir. Bu, günümüzde belki de felsefenin, felsefi düşünüş metodunun ölmemesi gerektiğinin bir dipnotu olabilir. Tarihsel süreçteki “ya öyle değilse” sorusunu yine sorarak veya aklı açık tutmanın manifestosunu duyurarak… Nietzsche’nin ruhunu veyahut aklını bugün duyarsak:

Olaylar hakkında iyi şeyler düşünebilmem için uzak perspektiflere ihtiyacım var.” (F.N.-Tan Kızıllığı)

Kaynakça ve Alıntılar:

  • Kelly James Clark – Bilim ve/veya Din
  • Charles Darwin – Türlerin Kökeni
  • Richard Dawkins – Tanrı Yanılgısı
  • Stephen Hawking – Zamanın Kısa Tarihi
  • Carl Sagan – Kozmos
  • Peter Moore – 50 Bilim İnsanıyla Bilimin Kısa Tarihi