Derrida Felsefesi | Yazının Sarsılışı Üzerine…
Derrida Felsefesi
Fransız bir filozof olan Derrida 20.Yy’da geliştirmiş olduğu yöntem ve kavramlar ile felsefe dışındaki alanlarda da önemli etkileri olmuştur. Onun yapmış olduğu felsefeyi rahatlıkla bir ‘Eleştiri Felsefesi’ olarak tanımlayabiliriz. Kendisi, Platon’dan başlayarak günümüze kadar devam etmekte olan tartışmalar içerisinde ‘Mevcudiyet Metafiziği’ olarak adlandırdığı Batı felsefesine karşıt bir tutum sergilemiştir.
Postmodern bir dünyada yaşamış olan Derrida’nın felsefesinin, modernizm ile postmodernizm ve yapısalcılık ile postyapısalcılık tartışmalarının içerisinde oluştuğunu görmekteyiz. Bu doğrultuda kendisi; hiçbir şeyin saf olmadığını, mutlaka her şeyde başka bir şeyden izler bulunduğunu söylemekte ve bu yüzden felsefeye her alanda bir temizlik yapma iddiasıyla başladığını söylemektedir.
Derrida, Batı metafiziğinin kurmuş olduğu; gerçek-gerçek olmayan, duyulur-düşünülür, doğa-kültür, söz-yazı, madde-tin, beden-ruh gibi karşıtlıkları kırmaya çalışmamız gerektiğini söylemiştir. Bunu başarabildiğimiz taktirde hakim olan paradigmanın bize sunmuş olduğu kavramların dışına çıkabilir ve özgün bir kavram yaratma sürecine girebiliriz.
Onun düşünce sisteminde, ‘içeride olmak’ ile ‘dışarıda olmak’ ayrılıkları devam ettirmek anlamına gelmektedir. O, içerinin dışarısı, dışarının da aslında içerisi olduğunu dile getirmiştir. Derrida, bu karşıtlıkları tersine çevirerek dışarıda bırakılan kavramları içeriye alıp bir nevi kavramların oyununu bozmuş, böylelikle eski düzeni yapısökümüne uğratarak aslında tüm kavramların özdeşlik halinde olup kendi karşıtına kapalı bir biçimde ortaya çıkamayacağını göstermiştir. Onun yapmış olduğu bu eleştirilerden sonra felsefede ‘özdeşlik’ düşüncesi kırılmaya başlamış ve böylece tek bir doğrudan, tek bir gerçekten söz etmek artık imkansız hale gelmiştir.
Peki Derrida bunu nasıl yapmıştır?
İşte burada kilit kavram olarak ‘Yapı’ kavramı karşımıza çıkmaktadır. Ona göre Batı felsefesinde Yapı’ya olan yaklaşım, onu hep sabit bir kökene veya bir merkez düşüncesine gönderme yapmak şeklinde olmuştur. Merkez, burada hep farklı isimlerle karşımıza çıkmaktadır: Öz, Aşkınlık, Bilinç, Tanrı vb. Bunlar daima sabit bir mevcudiyeti belirtmektedir. Oysa ki mevcudiyet kavramı türetilmiş bir kavram olduğundan onu artık varlığın mutlak merkezi olarak değil, Differance yani bir ‘Belirlenim’ ve ‘Etki’ olarak görmek gerekir.
Buradan hareketle Derrida, ‘Anlam’ın da değişmez, sabit, hareketsiz olmadığını ve aynı zamanda onun hazır bulunan bir şey de olmadığını söylemektedir. Çünkü Anlam, sürekli bir akış halindedir ve onun yakalanması bu yüzden mümkün olmamaktadır. Sürekli olan bu akışın altında yatan sebep ise, hiçbir şeyin herhangi bir yerde mevcut ya da mevcut olmaması ve her yerde sadece ayrımlar ile izlerin izinin bulunmasıdır.
PLATON’UN ECZANESİ | Derrida Felsefesi
Derrida, Platon’un Eczanesi’ni Platon’un Phaidros diyaloğunu ören veya dokuyan yapısal zorunluluğu araştırmak için yazmıştır. Burada Derrida, yapısalcılığa itiraz ederek onu post-yapısalcılığa doğru aşmaktadır. Burada bahsetmiş olduğumuz yapısalcılık, ortaya çıkmış olanın üzerine yoğunlaşırken Derrida, bu ortaya çıkan yapıları üreten hareketi ve o hareketin kendine özgü zorunluluğunu ele almaktadır. Çünkü yüzeyde birbirini dışlayan karşıtlıklar alt katmanlarda tam bir akışkanlıktan beslenir. İşte metafiziğin önemi de burada anlaşılmaktadır. Çünkü metafizik, tüm karşıtlıkları kendi içerisinde bütünleyerek bize sağlam ve güvenilir temeller üzerine inşa edilmiş değerler dünyasının imkanını sunmaktadır. Oysa ki Derrida’ya göre tüm metafizik fanteziler, ‘Differance’nin hareketi içerisinde üretilmişlerdir.
Bu açıdan bakıldığında Derrida’nın Platon’u Güneşten gölgeye kaçmış ve mağaranın derinliklerine doğru yürümüştür. Platon, metafizik bir felsefeyi inşa ederken yazının açmış olduğu anlam üreten ve aynı zamanda bu anlamı yitiren oyunu bir köken ve ereğe bağlamak isterken bunun olamayacağını da bize göstermiştir. Çünkü O, hem değerler ve kavramlar yaratarak bahsetmiş olduğumuz zemindeki akışkanlığı durdurmak ister hem de bunun mümkün olmadığını kendisi de bilir. Bu yüzden Platon’un Eczanesi’nin bir dekonstrüksiyon olarak okunabileceğini söyleyebiliriz. Burada bahsetmiş olduğumuz dekonstrüksiyon, aslında bir yazarın kendi dünyasını kurarken söylemiş olduğu yalanlara inanamamasıdır.
Metafizik belirsizliklerden sonra Derrida’nın dikkat çekmek istediği başka bir önemli nokta ise Söz ve Yazı arasındaki farklılıktır. Ona göre, canlı olan bir sözü yazıdan ayırt eden şey onun bir babanın meşru bir oğlu olmasıdır. Sözler, insanın evladı gibidir, konuşan sözlerinin babasıdır ve evlatlarına sahip çıkar. Bu evlat, eğer bir yetim değil ise kendisine soru sorulduğunda yazı gibi hep aynı şeyi tekrarlamaz ve açıklama yapabilir. Halbuki yazının, onun yardımına koşacak bir babası yoktur. Bu yüzden de yazının yok edilemez bir muğlaklığı olduğundan onu okuyanın istismarına ve çarpıtmasına maruz kalmaktadır.
Derrida, yazının bu muğlaklığından bahsederken Pharmakon (ilaç) ile yazı arasında bir benzeşim kurmaktadır. Nasıl ki bu Pharmakon vücut için hem bir deva hem de bir zehir olma potansiyeline sahip ise aynı şekilde bu durum söylem için de geçerlidir ve sinsi bir şekilde bu iksir söylemin vücuduna girebilir. Bu yüzden yazının hakikatini – ki kendisi bir hakikatsizdir- kendi başımıza keşfedemeyiz. O, bir bilimin nesnesi değil sadece anlatılmış bir hikayenin ve tekrarlanmış bir masalın nesnesidir. Derrida, bu düşüncesini Platon’un bazı diyaloglarından yola çıkarak temellendirmeye çalışmaktadır. Platon, hastalığın doğal yaşamına ve normal gelişimine inanmaktadır. Bunu Phaidros diyaloğundaki doğal hastalığı Logos gibi kendine özgü normları ve biçimleri olan ve gelişimine müdahale edilmemesi gereken bir organizmaya benzetmesinden anlamaktayız. Hastalığın doğal ilerleyişini yolundan çıkardığı için pharmakon genellikle sağlıklı olsun hasta olsun yaşayanın düşmanıdır. Yazı da tıpkı bir pharmakon gibidir. Yaşama ters olan yazı da hastalıklı olanın yerini değiştirmekten ve onu azdırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Çünkü yazı belleğe katkıda bulunmak bahanesiyle onu daha da unutkan kılar ve bilgiyi arttırmak yerine onu daha da azaltır.
Tam bu noktada Derrida’yı daha iyi anlamak için Phaidros diyaloğunda Sokrates’in anlatmış olduğu hikayeye kulak verebiliriz:
“Hikaye ederler ki Mısır’da Naukratis yakınında, bu memleketin eski tanrılarından biri yaşardı. Bu tanrının kutsal işareti, bildiğin gibi, İbis dedikleri bir kuştu. Tanrının adı da Theuth idi. Sayı bilimini, hesabı, geometriyi ve astronomiyi, tavla oyununu ve zarları, nihayet – haberin olsun – yazıyı (grammata) ilk bulan işte bu Tanrıdır. Öte yandan, aynı çağlarda bütün Mısır’a Thamus hakimdi; memleketin yukarı taraflarında, Helenlerin Mısır Tebaisi dedikleri şehirde otururdu. Bu şehrin tanrısına Mısırlılar Amon derler. Theuth bir gün Thamus’un yanına vardı, bulduğu sanatları ona gösterdi: Bunları bütün Mısırlılara tanıtmak gerekir! dedi. Kral bu sanatlardan her birinin ne işe yaradığını sordu, Theuth anlattıkça, işe yarar bulduklarını övüyor, işe yaramaz bulduklarını yeriyordu. Rivayet odur ki, Thamus, Theuth’a sanatlardan her biri için o sanatı beğendiğini veya beğenmediğini ifade eden birçok şey söyledi. Bunları tek tek saymak uzun sürer. Sıra yazıya gelince: Ey Kral, dedi Theuth, işte bir bilgi (to mathema) ki bunun sayesinde Mısırlılar daha bilgili ve kendi geçmişlerini hatırlamaya daha istidatlı olacaklar. Belleğin de, öğretimin de devası (pharmakon) bulundu. Ve Kral cevap verdi: Ey Theuth, sanatların eşi benzeri bulunmaz efendisi! Bir sanatın kuruluşunu günışığına çıkarmaya muktedir adam başkadır, bu sanatın onu kullanacaklara fayda mı, yoksa zarar mı getireceğini takdir edebilecek olan başka. Şu saatte, işte harflerin babası olan sen, kendilerine duyduğun sevgi dolayısıyla, onlardan yapacakları hakiki etkinin tam aksini bekliyorsun! İşte bu bilgiyi elde etmenin sonucu: harfleri öğrenenler artık belleklerini işletmeyecekleri için, ruhları unutkan olacaktır: Yazıya güvendikleri için, şeyleri içerden kendi kendilerine hatırlayacakları yerde, dışardan, yabancı izler sayesinde hatırlamaya çalışacaklar. O halde sen bellek için değil, hatırlatma için bir deva buldun. Öğretmeye gelince; sen öğrencilerine ancak hakikate benzer şeyleri (doxan) öğretirsin, hakikatin kendisini (aletheian) değil. Bunlar senin harflerin sayesinde, eğitimsiz kalmalarına rağmen gırtlaklarına kadar bilgiye gömüldüler mi, çoğu zaman hiçbir şeyi doğru dürüst düşünemedikleri halde kendilerini binlerce şey hakkında hüküm vermeye yetkin sanacaklardır. Sonra, gerçekten bilgili adam değil de bilgili adam benzeri olacaklarından çekilmez olacaklardır!”(274e-275b).
Pharmakon, yani yazı hep bir daire çizer durur; yazı bellek için yalnızca görünüşte iyidir, hareketi sayesinde belleğin doğru olanı bilmesinde, ona içerden yardım etmeye muktedirmiş gibi görünür. Fakat yazı özsel olarak kötüdür, belleğe dışsaldır, bilim değil kanaat üretir ve bunlar doğru kanaatler değil, görünüşle ilgili kanaatlerdir. Pharmakon sayesinde gerçeklik olarak kabul edilen bir görünüş oyunu üretilmektedir.
Gösterge Çokluğunda Anlamın Yoksunluğu
Buraya kadar söylediklerimizden hareketle diyebiliriz ki Derrida, Gösteren ile Gösterilen arasında bir ayrım yapılamayacağını bu nedenle de Göstergenin tek başına bir anlam ifade etmediğini söylemektedir. Çünkü birçok gösterge vardır ve bu göstergeler sürekli başka göstergelere gönderme yapacağından dolayı anlamın yakalanması imkansız hale gelecektir. Bu neden Anlam Derrida için sabit ve hareketsiz olmadığı gibi hazır bulunan bir şey de değildir. Anlam, sürekli olarak bu göstergeler zinciri boyunca devinir ve ondan asla emin olamayız. Çünkü anlam, asla tek bir göstergeye bel bağlamaz.
Kaynakça
- L. Aysever – Sözün Yurtsuzluğu Adam Sanay sayı. 211
- Felsefe Tarihi 3 – 20. Yy. Filozofları – Banu Alan Sümer
- Jacques Derrida – Platon’un Eczanesi – Çev: Zeynep Dilek