İman Şövalyesi Kierkegaard
Batı Felsefesi,  Felsefe

İman Şövalyesi ve Trajedik Kahraman| Kierkegaard

İman Şövalyesi

Kierkegaard açısından üç trajik kahraman vardır, bunlar: Yunan Mitolojisi’nde Miken kralı olan ve orduları Truva’ya götüren kumandan olan “Agamemnon”, İncil’deki cesaret verici hikayesiyle hem bir savaşçı hem de bir yargıç olan “Jephthah” ve son olarak da üç semavi dinin ortak atası olarak kabul edilen “İbrahim”dir. 

Kierkegaard bunlar arasından İbrahim’i ayrı bir yere koyar. Çünkü İbrahim vaat edilmiş toprağa giderken geride dünyevi kavrayışı bırakıp yanına imanını ve Tanrı’ya bağlılığını almıştır. O’na göre İbrahim’i büyük kılan şey onun bekleyişi ve bu bekleyiş sırasında suskun kalmasıdır. Bu konuşmayı anlamsız kılan ve karşılığında oğlunu geri aldığı bir suskunluktur. 

Trajik kahraman, sessizliğin vereceği sorumluluk duygusunu taşımaktan uzak durur. O,durmadan evrenseli ifade eder ve etiğin gerektirdiği açıklık trajik kahramanda doyum noktasına ulaşır. İbrahim ise, imanıyla etik olandan daha yüksek bir aşamaya çıkar.Yani O, imanıyla “varoluş alanı”ndadır. Bu alanda birey tüm eylemlerini sorumluluk duygusuyla gerçekleştirir. Trajik kahraman, seçimlerini görev bilinciyle gerçekleştirirken İbrahim,Tanrı ile birebir ilişkiye girerek eylemini gerçekleştitir ve bu eylemin sorumluluğunu üstlenir.

Bu yüzden Kierkegaard, İbrahim’e İman Şövalyesi der. İman Şövalyesi, yürüdüğü yolda tek başına olduğunu ve evrensel için tamamlayabileceği bir şey olmadığını bilir. Çünkü sınanan ve sorgulanan yalnızca kendisidir. O,tek bir birey olarak kendisi ile baş başadır ve Tanrı ile doğrudan, çıkarsız bir ilişki içindedir. İbrahim’i trajik kahramandan ayıran şey yapmış olduğu seçimdir. İbrahim,Tanrı karşısında kendisini seçer.

Bu nokta onun iman dediği şeyin kişinin kendi var oluşuna bağlanan yönünü göstermektedir. Aynı zamanda İbrahim’in Tanrı karşısında kendisini seçmesi onun özgür bir eylemde bulunabildiğinin de bir ifadesidir. O,var oluş alanında eylemini gerçekleştirir ve bu eylemle birlikte kendini bir kişi olarak ortaya koyar.

İbrahim’in yaşadığı bu süreçten sonra kurban olayını bir vazgeçiş olarak anlayabiliriz. Kurban, aslında sadece bir hayvanı boğazlamak ve onu kesmek değil, sizin için en değerli olandan vazgeçebilmektir.

İbrahim’in İman Şövalyesi olmasının en önemli nedenlerin birisi de onun koşulsuz bir şekilde Tanrıya bağlanmasıdır. Onun bu durumu aynı zamanda bir paradoks ve saçmadır. İşte bu noktada iman ve akıl birbirinden ayrılır ve farklı yerlerde dururlar. Çünkü burada bir akıl yürütmeden söz edilemez.

İnsanın Tanrı’nın huzurunda olması sadece Tanrı’ya karşı değil tüm insanlara karşı sorumlu olmayı gerektirir. Tanrı’ya karşı gerçekleştirilmiş eylem aslında bütün insanlara karşı sorumlu eylemektir. Bununla birlikte iman ile yaşamak ‘ilkeler’ile yaşamayı gerektirdiğinden bu sorumluluk ve ilkelerle yaşayan insan ancak dindar insan olabilir. Burada bahsedilen dindarlık herhangi bir dinin mensubu olarak yaşayan insandan ziyade ilkelere uygun yaşayan insanlardır.

Kierkegaard sonuç olarak bize şunu söylemek istemektedir; Tanrı’nın huzurunda olmak bize imanın sorumluluğunu yükler. Bu sorumluluk tüm insanlığı kucaklayan bir sorumluluktur. Biz de bu an’da yaşayarak ve bu an’ın bilinci ve sorumluluğu ile yaşarsak bu dünyada aradığımız huzura kavuşuruz. Çünkü hepimiz her bir tek olarak Tanrı’nın huzurundayız ve bu sorumluluğa sahibiz. Böylelikle her bir tek olana karşı bir sorumluluk duygusunu yüklenmekteyiz.

KAYNAKÇA

  • Rönesans Yeniçağ ve 19.yy Felsefe Tarihi – Ali Taşkın – Metin Becermen
  • Korku ve Titreme – Kierkegaard
  • Ölümcül Hastalık – Kierkegaard